Son Gelenler

BIG LITTLE LIES



İnsanlar aslında nasıl olduğunu değil, dışarıdan nasıl göründüğünü daha fazla önemser. Bu yüzden yaralarını saklar, kendisine uygulanan şiddeti saklar, psikolojik baskıları saklar. O yüzden her baskı yaratıcı durumla tek başına mücadele ederken, çoğu zaman da ölümle dans eder.

Big Little Lies’ı neden bu kadar çok beğendik?


Hepimizin zayıf ve güçlü tarafları vardı bu mini dizide. Üstelik “Wild” filmi ile karakterlerinin damarında akan kanın hızına kadar inen ve seyirciye bütün korku, endişe, mutluluk, aşk, boşluk, acı gibi duyguları tek beden/ruh olmuşuz gibi yaşatan yönetmen  Jean Marc Valle’nin bu kez bir mini dizi ile pek çok ana karakterle bizi tekleştirmesine hayran olmamak imkansız.


Yönetmen Valle’nin ,Wild filminde birlikte çalışmaktan memnun olduğunu düşündüğümüz ; Reese Witherspoon yine var filmde; hatta Wild filmi ile en iyi yardımcı kadın oyuncu ödülünü alan Laura Dern yine var. Ve yine çok başarılılar. Nicole Kidman ağır şiddet gören kadın rolünde, Shailene Woodley bütün ekonomik imkansızlıklarına rağmen zamanında ve bir tacevüz travması yaşıyor olmasına rağmen hayata tutunmaya çalışan bir anne rolünde olağanüstü bir performans sergiliyorlar.


Bir cinayet ve bir dayanışma dizisi bu. Beş ayrı kadın karakterin kendi yaşamlarında yaşadıkları kaos ve çözümsüzlüklerin ; ortak alanda da birbirleri ile hem dayanışma hem savaşının hikayesi.

Katil kim, ölen kim , dizinin sonuna kadar tahmin etmeniz imkansız; ama işleyiş o kadar akıcı ve öyle sağlam diyaloglara sahip ki; büyülenmemek elde değil.

Çocuk karakterler profesyonelce oturtulmuş ve ana karakterlerle olağanüstü bir uyum içinde. Çocuklar çok mantıklı ve eğlenceli diyaloglar kuruyorlar ebevenleriyle ama bu bilgiçlik taslamak ve ukalalık boyutunda değil. Çok steril, temiz, gülümseten, sevdiren cinsten. Özellikle Ziggy karakteri ve Chloe karakteri ; öyle kusursuz ki , büyük oyuncular kadar profesyoneller.


Çok zengin olabilirsin ama güçlü olduğun anlamına gelmez, çok mülayim görünebilirsin ama pasif agresif olmadığını göstermez, eşin tarafından çok seviliyor olabilirsin ama bu şiddet görmediğini göstermez, çocuklarınla kusursuz bir diyalog kurabilirsin ama bu çocuklarından birinin bekaretini internette açık arttırmayla satışa çıkartmayacağını göstermez,  yeterince paran olmayabilir ama bu senin arkanda duracak hem de hiç tanımadığın insanların olmayacağını göstermez.


Bir psikiyatrist sadece doğru soruları sana yönlendirip kendini bulmanı ve özgüvenini yeniden kazanmanı sağlayabilir ve senin için samimi olarak endişelenebilir. Hiç sıcağa soğuğa dokunmadığını sandığınız tamamen kendisi için yaşadığını düşündüğünüz biri, doğru dürüst tanımadığı biri için hayatını feda edebilir. Sadece tutkular uğruna yakınlaştığınız ve eşinizi aldatmanıza sebep olmuş, kelimelerle ve aşkla besleyen biri, aniden size hayatınızda duymadığınız kadar ağır sözleri sarf eden ve inciten biri olabilir..

Bu dizi öyle bir dizi.. Yedi bölümde sizi okşaya seve, sarsa tokatlaya her duyguyu sonuna kadar yaşayan bir dizi.

İyi seyirler.
 

SON 5 YILIN EN İYİ 21 FİLMİ


Julietta – Pedro Almadovar (2016) İspanya
 
 
Youth – Paolo Sorrentino (2015) İtalya
 
 
Under Sandet – Martin Pieter Zandvliet (2015) Danimarka
 
 
Le Client  - Asghar Ferhadi (2016) İran
 
 
 
 
 Agassi  - Park Chan-Wook (2016 )Güney Kore


 
Me and Earl and the Dying Girl  - Alfonzo Gomez-Rejon (2015) Amerika
 
 
 
Love – Gaspar Noe (2015) Fransa
 
 
 
 Jagten  - Thomas Vinterberg (2012 ) Danimarka
 
 
 
 The Lobster  - Yorgos Lanthimos (2015 ) İngiltere
 
 
 
 Enas Allos Cosmos  - Christopher Papakaliatis (2015) Yunanistan
 
 
 
 Wild  - Jean Marc Vallée (2014 ) Amerika
 
 
 
Le Passe – Asghar Ferhadi (2013 ) Fransa-İran
 
 
 
La Migliore Offerta  - Giuseppe Tornatore (2013) İtalya
 
 
 
 La taut Nouveau Testament  - Jaco Van Dormael (2015) Belçika
 
 
 
Mon Roi  - Stephen Warbeck (2015) Fransa
 
 
 
 Amour  - Michael Haneke (2012) Fransa
 
 
 
A Separation – Asghar Ferhadi (2012 ) İran
 
 
 
 The Broken Circle Breakdown  - Felix Van Groeningen (2012) Belçika
 
 
 
 Disconnect  - Henry Alex Rubin (2012) Amerika
 
 
 
 I Origins  - Mike Cahill (2014 ) Amerika
 
 
 
Venuto Al Mondo - Segio Castellitto (2012) İtalya

UNDER SANDET


Under Sandet, bildiğiniz bütün savaş filmlerinden çok farklı bir film. Hatta bir savaş filmi değil, ‘savaş sonrası ağır bir faşizm’ filmi. Seyrederken acıdan sık sık filmi durdurmak isteyeceğiniz ağır bir trajedinin filmi.

Evet, savaş uzar ve savaşanlar gençleşir. Bütün dünya tarihi boyunca yapılan bütün savaşlarda en ağır trajedileri; orada olmaması gereken masum çocuklar yaşamıştır.


Ve faşizmin hiçbir topluma mal edilemeyeceğinin, her toplumda iyi ve kötünün savaşının var olduğunun, İkinci dünya savaşına ait tek hikayenin Nazi-Yahudi konusuna dair olmadığının; vicdan duygusunun sadece sizin yanınızda değil, karşınızda olana bile göstermeniz gerekeceğinin ; çünkü herkesin sizler gibi hayalleri, gelecek için umutlarının olduğunu anlatan gerçek bir hikayedir bu film.


1945 yılında 2.Dünya Savaşı’nın bitmesinin ardından 2000’e yakın Alman Savaş esiri Danimarka’nın batı sahillerindeki 1,5 milyon kara mayını temizlemeye zorlandı. Yarısından fazlası öldü ya da ciddi şekilde sakat kaldı. Bir çoğu 13-14 yaşındaki çocuk yaşta askerlerdi.

Anneleri azarlasa, bir kenara çekilip ağlayacak, yerinden kımıldayamayacak, belki nefeslerini tutacak çocukları göreceksiniz bu filmde. O çocukların yüzlerindeki korkuyu, ürkekliği, şiddet karşısında nasıl titrediklerini, yüz ifadelerindeki çaresizliği, aşağılamalar karşısında sessiz kaldıkça bedenlerinin korkuyla nasıl sarsıldığını, ve aslında kimin , hangi tarafın haklı/haksız olduğunun zerre kadar öneminin olmadığının, dünyanın ne derece ağır trajediler üzerine inşa edildiğinin, insanoğlunun hırsı ve saf nefretinin önüne kimsenin geçemeyeceğinin; faşizmin , ırkçı yaklaşımın her kökende, her millette olduğunun ; kimsenin tarihinin şanla şerefle, tertemiz yazılmadığının filmini seyredeceksiniz. Çok fena acıtacak. Faşist kafalara ders niteliğinde her hafta bir doz seyretme mecburiyeti olması gereken bir film bu.


Filmin yönetmeni  Martin Pieter Zandvliet ve En iyi erkek oyuncu ödülünü Louis Hoffman şimdiden ; pek çok festivalden ödülleri topladı bile.

Under Sandet 2017 Akademi Ödülleri’nde En İyi Yabancı Dilde Oscar adayı filmler içinde en fazla öne çıkan film ; hatta 2 ay öncesinden söyleyeyim: ödülü de alacaktır.


Martin Pieter Zandvliet, o kadar başarılı bir film yapmış ki; diğerlerinden farkı nedir bu yönetmenin diyecek olursanız , derim ki : İlk kez bir yönetmen bu derece objektif, sadece kendi ülkesinin insanlarının yaşadığı trajedileri değil,  düşman diye tanımlanan karşı tarafın da acılarını trajedilerini bu kadar dokunaklı ve sarsıcı şekilde sahnesine yansıtmıştır, derim. Kendi milletinden de faşistlerin olduğunu, vicdan ve vicdansızlığın ; savaşın acımasızlığının asla tek tarafa mal edilemeyeceğinin filmini yapmış yönetmen.
 
Ve çocuk oyuncular öyle bir kusursuzlukla filmi tamamlamış ki, yüzlerine her baktığınızda vicdan uçurumundan bir kez daha atlayıp, boşluğa bırakacaksınız kendinizi.

Faşizmi burnunuzun dibinde hissettikçe , acıdan mideniz bulanacak..
 
 

İÇİMİZDEKİ SINIRSIZLIĞIN YÖNETMENİ : Alejandro Gonzalez INARRITU


“Sinema benim uzantım. Birkaç erdem ve sayısız kusurumla edindiğim hayat deneyimlerinin bir ifadesi.”Sinema benim bir uzantım. Birkaç erdem ve sayısız kusurumla edindiğim hayat deneyimlerinin ifadesi bir nevi.”Sinema benim bir uzantım. Birkaç erdem ve sayısız kusurumla edindiğim hayat deneyimlerinin ifadesi bir nevi.”

Meksika’nın dünyaya kazandırdığı ; en önemli değerlerden biridir İnarritu.  Her filminin derin bir felsefesi vardır; ve sadece bu sebepten dolayı da ya tutkulu sevenleri ya da nefret edenleri olur. Filmleri olağanüstü gerçekçilik, muhteşem diyaloglar, ve vurucu tespitler içerir. Sersemlemiş ve toparlanamamış kalkarsınız filmlerinin karşısından. İzleyicisine; “benim bildiğim her şeyi bilmiyorsan, oturup izleme “der adeta ve bilge insan muamelesi yapar.


Babel kulelerinin hikayesini bilmeden Babel filminin felsefesini anlamanız mümkün değildir mesela. İnsanların tanrı tarafından iletişimsizlikle cezalandırıldığı bir hikayenin özünü alır ; bu zaman taşır. Filmde hiçbir kimse, diğerini anlayamamaktadır. Yıkılan Babel kulelerinin efsanesi gibi. Ya dilsizdir, ya samimiyeti inandırıcı değildir, ya teknoloji yetersiz kalır, ya yabancı bir ülkededir acısının tarifi yoktur, ya kaza ile insan öldürmüştür ama masumiyetine inandıramamaktadır , ya turisttir uzak bir coğrafya da iletişim kurabileceği kişilere ulaşamamaktır.
 



Felsefe derslerine giren bir öğretmenimin çok sevdiğim bir sözü vardı; çok zekice bulurum.
“Ben sana olgun insan muamelesi yapıyorum, sen de biraz öyleymişsin gibi davransan..”  
İnarritu seyircisini  o kümeye dahil edip aynı dersi verir.  Aynı cümleleri kurduğunu hissedersiniz. Ama bence sanat  denen şey ; insanın kişilik ve algı gelişimi için önem arzeden bir konu olduğunu yeniden hatırlamalı ve kendini zorlamalısınız, derim.
 
 

Amores Perros, 21 Grams, Babel, Biutiful, Birdman or The Unexpected Vitue of Ignorance; en iyi filmleri olmakla birlikte; sinemaseverler için kült filmler arasına girmiş,  dünya sinemasında en güçlü övgüleri almış kusursuz filmlerdir.

Biutiful’da Bardem’i, Babel’de Pitt’i , Birdman’de Keaton’ı, 21 Grams’da Penn’i, Amores Perros’ta Bernal’ı tanrısallaştırır. Filmin ruhuna parmaklarınızla dokundurur, kalp atışınızı değiştirip, sizi düşünmeye zorlamakla kalmaz elinizi sıkı sıkı tuta tuta anlatır anlatmak istediklerini..




Bağımsız sinemanın en iyi yönetmenlerinden biri sinematografisi güçlü çekimleri ile, oyuncularına yüklediği  sahicilik anlamında sarsıcı performanslarıyla seyirci olmaktan çıkarır sizi ve bütün karelere kendinizin de dahil olduğunu hissettirir.

Acı gerçeklerin fotoğrafını çekmekle kalmaz : YAŞATIR.

İnarritu’nun “Ölüm Üçlemesi”nin ilk filmi ve yönetmenin kişisel Big Bang’i Amores Perros ile pek çok uluslar arası film festivalinden ödülle dönerken; 21 Grams’da ilk kez Hollywood oyuncuları ile çalışmış ; üçlemenin sonuncu filmi Babel’le de zirveye ulaşmıştır.





Biutiful , Ölüm Üçlemesi olan bu filmlerden , tam 4 yıl sonra gelmiştir. İnnaritu artık sadece yönetmen değil, artık aynı zamanda da senarist ; yani yazardır. Ve gösterildiği yıl 2007’de en iyi yabancı dilde Oscar ödülünün de sahibi olmuştur.

2014 yılında İnarritu’ya 4 dalda Oscar ödülü kazandıran Birdman or The Unexpected Vitue of Ignorance , karmaşık hikaye örgüsü, hızı ve zeka işi senaryosuyla izleyiciyi büyülemiş ve otoritelerce büyük övgüyle adından söz ettirmiştir.





Ve tam bir yıl sonra , gerçek bir hikayeden uyarlanan The Revenant’la, insan, doğa, mücadele üçlemesinin en haz verici filmini çekmiş; çekim tekniklerinin gerçekliği, zor şartlar altında gerçekleştirilen ve uzun bir dönemde tamamlanan zorlu çalışmalarıyla en iyi yönetmen dahil 3 dalda Oscar kazanmıştır. (Elbette bu anlamda en iyi sinamatografya ödülünü de bu filmle almış olan Emmanuel Lubezki üstada selamlarımızı göndermeden olmaz. )

DİĞER DİVANDAKİ 'CAROL'


Hayata dair, geride kalan manzaran kaç metrekare? Anlat şimdi..


..O çatı katını o gece nasıl terk ettim bilmiyorum.. Kapıyı hızla çekmemle, kendimi eski apartman merdivenlerinin kirli duvarlarının arasında, sağa sola tutuna tutuna hızla aşağı koşarken buldum.. Ellerimden ayaklarıma kadar yayılan bir uyuşukluk; hatta beynimin her hücresi parçalara ayrılıyor gibiydi ; ve parçalara ayrılmadan kendimi dışarı atmam gerekiyordu.. Sonsuz merdivenler, sonsuz kere sönen apartman otomatı, sonsuz sessizlikte yankılanan ayakkabı tıkırtım;  günler aylar yıllar sürüyor gibiydi..

Ama en sonunda dışarıdaydım.. Ve kalbimin sesi, caddeden geçen arabaların sesine karışmaya başladı, kaskatı kesilip duraksadığımı anımsıyorum o an. Bilirsiniz, filmlerde olur böyle şeyler. Hayat hızla ışıklarıyla, sesleriyle, ruhuyla son hız akıp giderken, kamera sana odaklanmıştır. Sen ise omuzlarının içine gömülmüş, gözlerin bir kör gibi boşluğa odaklanmış, kendi iç sesinde , iç çığlığında baş başa kalmışsındır. Koşmuyorsundur artık, durmuşsundur, donmuşsundur..

Koşmadım, donmuş bir film karesi gibi kaldım o caddenin kalabalığının içinde. Yanımdan gelip geçen insanların sesleri bir azalıp bir çoğaldı. Ama hiç bitmedi.

Kafamı kaldırıp o çatı katının ışığına yeniden dönüp bakmak istedim ama kafam dönmedi acıdan. Yüzüm ne kadar süredir bu kadar ıslak diye düşündüm sadece ve bir anda son hız tekrar koşmaya başladım. En yakın erkek arkadaşımın evine kadar , yokuşları ine çıka, insanlara çarpa çarpa koştum. Ayakların bazen yorgunluğu hiç duyumsamıyormuş meğerse, ne garip..

“Hadi aç kapıyı be adam ! Aç ! Nefes alamıyorum, şu an, yardım et !” diyesim var, kapının açılması günler aylar sürdü sanki.. Kapı açıldığı anda o karmakarışık bekar evine atıyorum kendimi.

Yok , ağlayarak anlatmayacağım. Güçsüz insanlar sevilmezler biliyorum. Tutacağım kendimi.. Sıradan bir olay gibi anlatacağım..

“İyi görünmüyorsun” diyor arkadaşım, “Hatta bok gibi görünüyorsun, ağlayabilirsin istersen, yanındayım !” diyor. O bilge gözlüklerini burnundan ileri iterken, ve meraklı gözlerle anlatacaklarımı beklerken ona ne kadar çok ihtiyacım olduğunu düşünüyorum..  

Halbuki ben ona bu tarz hikayelerimi anlatmazdım ki hiç. En son geldiğim zamanlarda , aynı anda okuduğumuz “Divan” kitabını konuşuyorduk hep. Oradaki kadın karaktere: Carol'a benzetirdi beni. Kendisi de , doğal olarak psikiyatrist karakter oluyordu. Kitaptan bahsederken gülüyorduk daima. Benim karakterimle dalga geçiyordu, hep güldüğümüz hikayelerin içinde konuşurduk, şimdiki hikaye hiç bize göre değildi. Yıkıcı hikayeler, hiçbir arkadaşlığa göre olmaz bazen..

“Bırak normalmişsin gibi davranmayı, korkunç görünüyorsun” dedi ve ben ağlarken çıkan sesimi tanıyamadım o an.. Konuşamıyordum, aslında konuşulacak o kadar çok şey var.. Su getirdi bana ama içerken yaşlı bir kadın gibi üzerime döktüm.  Ne kadar aptal görünüyorum. Ve düzeltemiyorum bunu. İçine ettim tüm manzaranın.. Nerde kaldı o akıllı kadın. Herkesden her şeyi çok daha fazla bilen, akıl veren, o güçlü karaktere ne oldu? İçimden bir kadın çıkıp başka bir kadın mı oturdu?

“Bu kadar çirkin olduğum için özür dilerim”, dedim. “Burnum kırmızı, dudaklarım kırmızı, suratım- desen desen- kırmızı; sanırım gözyaşlarım çok tuzlu; böyle oluyorum ağlarken dedim. Sonra söylediklerime gülmeye başladığını fark ettim. “Ama neden gülüyorsun, çok üzgünüm ben! “dedim. Söylediklerine gülüyorum , dedi. Gülmeye başladım ben de.. Tuzlu gözyaşı yüzüme kezzap etkisi yaptı ve çirkinleşme konusunda özür dilediğim arkadaşımla gülmeye başladık..

Ayağa kalkıp bana sarıldı, saçlarımı okşadı sıkı sıkı kendine bastırırken. Başımdan öptü. “Öyle tatlısın ki” dedi.. “Bu kadar doğal olduğun zamanlar seni çok daha fazla seviyorum.. Aşka adım attığın anda düşmenin sarsıntısını ve yaralarını göğüslemeyi öğrenmek zorundasın, bunu öğrenmeye başlayacaksın ve normalleşeceksin.. Söylediğimiz her cümleyi, her kelimeyi yutarız, yutmak zorunda kalırız; o yüzden artık büyük laflar etmemeyi de öğreniyorsun bak ne güzel.. Üstelik aşk insanın pişme noktasıdır. Pişmeden çiğ kalmış, damak tadını doyurmayan, lezzetten anlamayan onca insan varken;  sen bir anda büyüyüp bilgeleşiyorsun, baksana.. Tuzlu gözyaşın seni pişiriyor, sıkı sıkı tuttuğun bu eller sana güç veriyor ve paylaşmayı öğretiyor. Üstelik kendimi , ilk kez senin yanında işe yarar buldum (gülmeye başlıyor ). Senin tavsiye ettiğin kitaplar, senin tavsiye ettiğin filmlerin yanında, ben hep hayranlıkla takip eden ve eşlik eden kişiydim. Bir halta yaradım şimdi bak arkadaşın olarak..”

O zaman bir çay içeriz değil mi?

Sence şimdi o ne yapıyordur peki? Bence arkamdan bakmıştır , özlemeye başlar şimdiden, sağı solu toparlarken, benden geri kalan anılar o evde onu çok acıtır. Çok güzel patates kızartırdı biliyor musun, o küçük eğri büğrü tenceresinde; bir de hayatımda onun kadar güzel yufkadan gözleme yapanı görmemiştim.. Her yaptığında beni hatırlar.. Yiyemez, beni bekler.. Bulaşıkları biriktirir, çöpleri biriktirir, çamaşırları biriktirir, benimle olan anılarını biriktirir; yıkayamaz, temizleyemez. Bensiz hiçbir şey yapamaz..

Yapamaz değil mi? Söylesene ! ‘Yapamaz’ de..

Yıllar sonra, bir mesaj anımsattı bana bütün bunları , yukarıda yazdıklarımı ; beni allak bulak ederek o geceye geri getirdi.

Mesajda , bir iç dökme anında şunlar yazıyordu :
“Sevdiğim kadınla ilgili ilk önce koku kayboldu bende.. Koku benim için önemli. Sonra ses , sonra dokunuş hafızamdan silindi.. Bundan yıllar önce kalbimin kırılmaya en müsait olduğu yıllarda bir kadın ; kalbimi kırmayı bırak, bokun içine atıp gitti hayatımdan.  Şimdi ise sadece silik, tatlı hatıralar var, ara sıra beynimi işgal etmeye devam ediyor.. Bu yüzden mektuplar iyidir bak. Konuşmak , mesajlaşmak gibi değildir. Karşında hızlı dönüş olmayacağı için sabahlara kadar yazarsın.Yapmaya değer hiçbir şey kolay değildir der, Thedore Roosevelt. Ukalalık yapmak değil amacım ama belki de iki insan birbirine dokunduğunda etkileyip  değiştiriyordur birbirini.

Kimbilir, belki gün gelir sen ileride yurt dışında geç saatlere kadar barlara takılabilecek kadar cesaretli bir olmuşsun, ben ise daha az gözü kara olmuşum.."
 

Facebook Sayfam

Çok Okunanlar

Twitter Akışı

Rastgele